SEMİNER KONUŞMALARI


 

 “EKONOMİK PROGRAM VE TÜRKİYE’DE EKONOMİ GAZETECİLİĞİ”
Zülfikar DOĞAN
Milliyet Gazetesi Ekonomi Yazarı

 

Sizleri teknik ekonomik terimlere boğmadan elimden geldiğince Türkiye'nin güncel ekonomik durumunu aktarmaya çalışacağım. Güncel ekonomik durum derken, sözlerime en güncel olan, kendimle ilgili bir gelişmeyle başlayayım diyorum. Biliyorsunuz, Türkiye'de ekonomik kriz had safhaya ulaştığı için, başta sanayi kuruluşları olmak üzere medya sektörü ve diğerleri oldukça sıkıntılı günler geçiriyor.


Şu an itibarıyla, Milliyetten çıkartıldığı tebliğ edilmiş bir gazeteci olarak karşınızda bulunuyorum. Medya sektörünün içinde bulunduğu krizin ekonomik krizle çakışması neticesinde, son bir hafta içerisinde Doğan Grubuna bağlı yayın organlarından, bugün resmiyet kazanan tebligatlarla, Kanal D, Hürriyet, Milliyet, Radikal, Posta, Finansal Forum, ve CNN Türk olmak üzere, yaklaşık 500 civarında gazeteci arkadaşımız daha bugün itibarıyla işsiz gazeteciler ordusuna katılmış durumda.


Türkiye neden böyle bir krize girdi? İki yıldan beri uygulanmakta olan bu IMF programı, Türkiye'de temel ekonomik bir takım sorunların başında gelen enflasyon sorunu başta olmak üzere, Türkiye ekonomisinin, küçülerek, yatırım yapmayarak, istihdamı azaltarak, tüketim ve talebi kısarak, bu sorunlarını çözmesini öngören bir programdı. 1999 yılının Aralık ayında IMF ile bu anlaşma ilk imzalandığında, hatırlayacaksınız, 2000 yılının 1 Ocak günü stand by düzenlemesi yürürlüğe girdiğinde, programın kamuoyuna açıklanan ismi, “Enflasyonla Mücadele ve Ekonomik İstikrar Programı” idi. Ancak, Kasım ve Şubat krizlerinden sonra programın adı “Türkiye'nin Güçlü Ekonomiye Geçişi” olarak değiştirildi. Yani enflasyonla mücadele, şu an itibarıyla bu programın başlangıçta içerdiği temel hedeflerden birisi olmaktan çıktı. Çünkü, Ekim ayı sonu itibariyle açıklanan enflasyon rakamlarına da baktığımızda, zaten enflasyonla mücadelenin artık terk edildiğini görüyoruz. Yüksek Planlama Kurulu bu yıl içerisinde enflasyon hedefini üç kez revize etti. Başlangıç hedefi yüzde 50’ler civarındaydı, daha sonra yüzde 65 olarak revize edildi, en son 15 Ekim' de, yıl sonu itibariyle yüzde 80 olarak değiştirildi. Ama az önce söylediğim gibi, 3 Kasım’da açıklanan Ekim ayı rakamlarına göre, enflasyon yıllık yüzde 81,4’ e ulaşmış durumda. Kasım ve Aralık aylarının enflasyon rakamlarını da ortalama yüzde 5 olarak hesaplayıp ilave edersek, demek ki bu yılı en az yüzde 90, belki onun biraz daha üzerinde bir enflasyon rakamıyla kapatacağız. Şimdi bu gerçek ortada dururken, TBMM'ye sunulan 2002 bütçesi ve ekonomik programında önümüzdeki yıl için öngörülen enflasyon hedefi yüzde 35. O zaman şöyle bir değerlendirme yapmamız mümkün: Eğer bu yılın sonunda enflasyon yüzde 90 ile yüzde 100 arasında olacaksa, 2002 yılında nasıl yüzde 35 olacak? En az yüzde 50-60 civarında bir enflasyon düşüşü nasıl gerçekleştirilecek? Bu kadar keskin bir düşüşü sağlamak mümkün mü? Bu kadar keskin bir düşüşü sağlamak tabii mümkün. Bugünkünden daha katı tasarruf politikaları, daha katı yatırımsızlık, bugünkünün en az 3-5 misli talep düşüşünü öngören programlar uygularsanız veya önlemler alırsanız, önümüzdeki yıl enflasyonu yüzde 10’a da düşürürsünüz, ama o zaman da zaten Türkiye ekonomisi diye, bugün bile olup olmadığı tartışılan, reel sektörüyle, sanayisiyle can çekişme noktasına gelmiş bir ekonominin varlığından dahi söz etmek mümkün olmaz. Dolayısıyla 2002 yılı için öngörülen yüzde 4 oranındaki büyüme hızı, benim kanaatime göre bu çerçevede gerçekleşmesi imkansız bir hedef olarak ortada duruyor. Eğer siz enflasyonu yüzde 100’den, yüzde 35’ e düşürecekseniz, enflasyonda yüzde 60 iniş hedefliyorsanız, daha keskin politikalar uygulayacaksınız demektir.


Az önce arkadaşlar aradılar radyolardan, Ankara'da biliyorsunuz Emek Platformu’nun düzenlediği yürüyüş ve miting vardı. Türkiye'nin dört bir tarafından işçi-memur sendikaları ve çiftçi örgütleri, bir hafta önce Edirne’den başlayıp Ankara’da sona erecek bir yürüyüş başlatmışlardı. Bu yürüyüş bugün Ankara'da noktalandı. Bu yürüyüşün temel hedeflerinden bir tanesi, hükümetin bir haftadır üzerinde çalıştığı Tasarruf Önlemleri ve Gelir Arttırıcı Tedbirler Paketi’ni protesto etmek ve bu paketin uygulamaya konulmasını önlemekti. Çünkü 7 katrilyon lira civarında tasarruf öngören bu paket, kamu kesiminde yüz binin üzerinde, yani özel sektördekilerin üzerine ilave olarak en az yüz küsur bin işçi ve memur azaltılmasını öngörüyor. Bunun yanı sıra, ücret, ikramiye ve benzeri ödemelerde bir takım ödemelerin yapılmamasını, bunların 2003 yılına ertelenmesini, bazılarının temelli ortadan kaldırılmasını öngörüyor. İki gündür zaman zaman kahve molalarında da gazeteci arkadaşlarla konuşuyoruz. En sıcak konulardan birisi, Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün lağvedilmesi ve İl Özel İdarelerine devredilmesi. Benim yaşımda olanlar hatırlarlar, Türkiye'de yıllar önce Toprak Su Genel Müdürlüğü vardı, bir de YSE Genel Müdürlüğü vardı; Yol, Su, Elektrik Genel Müdürlüğü. Bu iki kuruluş Cumhuriyetle beraber kırsal kesimin kalkınması, “Köylü Milletin Efendisidir” felsefesi ön planda tutulduğu için köylerin kalkınmasına öncelik veren, tarımda toprak analizlerini yapan, laboratuvarlar işleten kuruluşlardı. Ancak 1980’li yılların ortasında, yine o dönemin Başbakanı Turgut Özal tarafından benzer politikalar, yani devletin küçültülmesi, gereksiz israftan kaçınılması gibi bir takım politikalarla bazı bakanlıklar birleştirildi, bazı kuruluşlar lağvedildi. Bunlardan ikisi, YSE ve Toprak Su Genel Müdürlükleriydi. Bunlar birleştirilerek Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü oluşturuldu. Ancak şimdi anlaşılan o ki, bu programın temel unsurlarından bir tanesi, Türkiye'de kırsal kesimin belki daha da yoksullaştırılması. Bugün zaten varsıl olduğu söylenemez ama, daha da yoksullaştırılmasını öngören politikaların uygulanması olduğu için, doğrudan bu kesime hizmet veren Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü de yine geçmişte KİT’ler için, kamu bankaları için söylendiği gibi devletin ve toplumun sırtında kambur olarak nitelendirilerek, dağıtılması, ortadan kaldırılması öngörülen kuruluşların başında geliyor.


Biz bugün niye bu noktadayız? Son bir kaç yıldır Türkiye'de sürekli tartışılan konulardan bir tanesi, devletin küçültülmesi. Ben daha önce devlette müfettiş olarak da çalıştım. Çalışma Bakanlığında 6 sene iş müfettişliği yaptım. 1980’li yılların öncesinde hatta Osmanlıdan bu tarafa, Cumhuriyet kuranların devraldığı birkaç temel ilke vardı. Çünkü bunlar doğru ilkelerdi. Cumhuriyeti kuranlar da bu ilkeleri almakta ve uygulamakta tereddüt göstermediler. Bunlardan bir tanesi Tevhid-i Hazine denilen prensiptir, yani hazinenin tekliği. Bir devletin bir tane hazinesi olur ve devlet gelirlerini, giderlerini, harcamalarını bu hazine vasıtasıyla kontrol eder. Diğeri belki konumuzun dışında olduğu için fazla girmek istemiyorum, “tevhid-i tedrisat” yani eğitimin tekliği, eğitimin temel ilkelerinin belirlenmesi ve bir ülkenin eğitim politikalarının da ona göre uygulanmasıydı. O şu anda konumuzun dışında olduğu için fazla girmek istemiyorum, fakat bu iki konuda 1980’li yılların ortalarından itibaren, bana göre bilinçli olarak, -hatta eğitimde belki bunu biraz daha geriye götürebiliriz- çok farklı politikalar uygulanmaya başlandı. Hatırlayacaksınız, 300 küsur adet “Bütçe Dışı Fon” oluşturuldu. Neredeyse her bakanlığın, her genel müdürlüğün bir fonu ya da vakfı vardı. Dolayısıyla devlet, harcamaları üzerindeki kontrolünü kaybetti. Hangi saymanlık nerede ne harcıyor? Hangi bakanlığın, hangi genel müdürlüğün ne kadar harcadığı, hangi parayı niçin talep ettiği takip edilemez hale geldi ve bugün çok tartıştığımız yolsuzlukların, büyük vurgunların temeli de büyük ölçüde 20 yıl önce bu politikalarla atıldı.


İkincisi, “Özelleştirme Politikaları”, 1980’li yılların ortasında tüm dünyada moda olan bir uygulamaydı. İngiltere ile birlikte özelleştirmeyi en yaygın uygulayan ikinci ülke Türkiye idi. Margareth Thatcher o zaman İngiltere'de başbakandı, Türkiye'de de Turgut Özal. Bu özelleştirme politikalarının temel hedefi şuydu: Devletin ekonomideki ağırlığını azaltmak. Devlet bir takım işleri yapmaktan vazgeçsin, çünkü bunlar devletin yükünü arttırıyor, devlet bu işleri de beceremiyor, daha büyük israflara ülke kaynaklarının yok olmasına yol açıyor, özel sektör bu işi daha iyi yapar. Burada da iki ana unsur vardır: Birincisi, devletin sanayiden çekilmesi. Devletin sanayi alanındaki kuruluşlarının ya satılması veya kapatılması, ikincisi de devletin mali sektörden yani bankacılık kesiminden çekilmesi. Şimdi burada da çok farklı bir strateji uygulandı. Bir kere, 15 yıla yakın bir süre Türkiye özelleştirmeyi tartıştığı ve konuştuğu halde özelleştirmenin hukuki altyapısı bir türlü oluşturulmadı yani bir Özelleştirilme Kanunu dahi çıkartılmadı. O nedenle de abuk sabuk işler yapıldı, özelleştirmede blok satışlar yapıldı, çimento fabrikaları satıldı, bankalar satıldı. Bunların bir kısmı daha sonra mahkemelerden geri döndü, bir kısmı satın alanlarca batırılıp tekrar devletin sırtına yüklendi. Böyle bir takım yanlışlarla, devleti ekonomide küçülteceğiz, israfı azaltacağız derken, misliyle artan israflar devletin ve bu ülke ekonomisinin sırtına yüklendi. Şu anda mali sektördeki uygulamalara baktığımızda ise Türkiye’de kala kala iki tane kamu bankası kaldı; birisi Ziraat Bankası, birisi de Halk Bankası. Bu iki bankanın da yine çıkartılan yasa uyarınca, üç yıllık bir süre içerisinde yeniden yapılandırılması ve ondan sonra da satılmaları, özelleştirilmeleri söz konusu. Emlak Bank, en son biliyorsunuz Ziraat Bankasına devredildi ve kapatıldı.


Yine şöyle bir geriye gittiğimiz zaman, inanın, Cumhuriyeti kuranlar ekonomiyi, bugün bu ülkenin ekonomisini yönetenlerden, büyük kısmı yurtdışında ekonomi mastırı, doktorası yapmış insanlardan çok daha iyi biliyorlardı. Çünkü, harpten çıkmış bir ülkenin ekonomisini ayağa kaldırmak için nerede ne yapmaları gerektiğini o kadar güzel planlamışlardı ki. İşte sanayi alanında bugün kambur olarak nitelendirilen KİT’lerin hepsi o dönemde kuruldu. Bugün Türkiye tekstil sektöründe dünya çapında iddialı bir hale geldiyse, Sümerbank'ın yıllarca Türk tekstil endüstrisine bir okul vazifesi görmesindendir. Bugün özel sektördeki en büyük tekstil ve konfeksiyon şirketlerinin hepsinin ya kurucusu ya da ilk yöneticileri mutlaka Sümerbank kökenlidir. Aynı şekilde madencilik alanında, Etibank’ı kurdular. Çünkü bir ülkenin yeraltı zenginliklerinin işlenmesi de çok önemliydi. Üç tarafı denizlerle çevrili bir ülke, Osmanlı döneminde dünya denizlerine hükmetmiş bir ülke, ama denizlerinde egemenliğini yitirmişti. Deniz ulaşımı en ucuz ve en güvenli ulaşım yollarından birisiydi. Denizcilik Bankasını kurdular. Müteahhitlik sektörünü, alt yapı işlerini ülkede genişletmek, Türk iş adamlarının bu sektörde deneyim sağlamasını sağlamak amacıyla Emlak Bankası’nı kurdular. Biliyorsunuz, Emlak Bankası’nın ilk kuruluştaki ismi, Emlak ve Eytam Bankası’dır. Yani harpte anasını babasını yitirip, evsiz barksız kalan yetimler için de ev yapılması, korunaklar, barınaklar yapılması amacıyla da kurulmuştur. Yani Cumhuriyeti kuranlar hiçbir şeyi laf olsun, sırf birileri istiyor veya dünyada da bunun bu örneği varmış diye yapmadılar. Gerçekten Türkiye'nin o günkü gerçeklerinden yola çıkarak, o günkü ihtiyaçlarından yola çıkarak, bu ülkenin kalkınması, hedeflenen müreffeh toplumlar seviyesine gelmesi için gerekenleri yaptılar. Ama 1980’li yılların ortasından itibaren, az önce bahsettiğim bu bilinçli stratejiler ve politikalar sonrasında, Amerika'dan her birinin birbirinden zeki olduğu söylenen bankacılar getirildi Türkiye'ye. 30 yaşında, 35 yaşında, 28 yaşında ve bu bankacılar, Cumhuriyetin 50 yıllık, 60 yıllık, 70 yıllık bankalarının başına Genel Müdür yapıldılar. Hatta çoğunun yaşı, kamudaki hizmeti veya bankalar kanununa göre gerekli nitelikleri de tutmadığı için bir gecede kanun gücünde kararnameler çıkartılarak, üniversitedeki öğrencilik yaşamları da çalışma yaşamı sayılarak bunlara genel müdür olabilmeleri için gerekli yollar açıldı. Sadece bir örnek vereceğim. Bülent Şemiler vardı, hatırlarsınız, bayağı ünlü ve popüler bir bankacıydı. Amerika'dan geldi, önce Anadolu Bankası’nın başına geçirildi. Altı ay sonra Anadolu Bankası’nı batırdı. Anadolu Bankası battı ve Emlak Bankası’yla birleştirildi. Bülent Şemiler Emlakbank'ın Genel Müdürü oldu. Emlakbank’ın başından ayrıldı, Türkiye'nin çok zengin ailelerinden, Eliyeşillerin kızıyla evlendi ve onlara da bir banka kurdu. Impex Bank. Şu anda o banka da battı, 1994 krizinde... Daha sonra Emlakbank'ın başına yine cevval bir bankacı, Amerika'da yetişmiş, Şemiler'in okul arkadaşı Engin Civan getirildi. Engin Civan nerede şimdi hepiniz biliyorsunuz. Denizcilik Bankası’nın başına, adıyla maruf, Deniz Deniz isminde 30 yaşında bir bankacı getirildi Amerika'dan. Denizcilik Bankası battı, Deniz Deniz de IMF Dünya Bankası toplantıları için gittiği Singapur'da bir otel odasında aşırı dozda uyuşturucu aldığı için ölü olarak bulundu ve hala da ölümü bir muammadır.


Şöyle bir baktığımız zaman, sadece Ziraat ve Halk Bankası var derken, Anadolu Bankasının bu insanlar tarafından içi boşaltıldı ve batırıldı. Kamu bankasıydı, hem de çok ortaklı yani Atatürk'ün İş Bankası modelinde kurulmuş bir bankaydı Anadolu Bankası. TÖBANK, öğretmenlerin biraraya gelip kurduğu, yüz binlerce öğretmen ortağı olan bir bankaydı, aynı şekilde battı. Denizcilik Bankası, Citibank, aynı şekilde battı. Denizcilik Bankası, Emlakbank’la birleştirildi, daha sonra adı satıldı, ama yeniden özelleştirmeden sonra battı. Şimdi devletin sırtında... Sümerbank’ı, Etibank’ı şöyle bir düşünün, bu bankaların hiç birisi yok şu anda. Ama Türkiye’de hala söylenen şu: “Kamu bankacılığı kötü, kamu işletmeciliği kötü, devlet bu işlerden elini eteğini çeksin.”


Size bir örnek vereceğim: Almanya'nın en büyük bankalarından Deutsche Bank olsun, bizim Halk Bankası’nın muadili olan GTZ bank olsun, kamu bankalarıdır. GTZ Bank’ın 18 bin şubesi var. Bırakın “bizdeki Ziraat Bankası’nın bin tane şubesi var, 40 bin tane çalışanı var, bu kadar hantal banka mı olurmuş” laflarını, Avrupa ülkelerinde, İngiltere hariç, Fransa’da, İtalya’da, İspanya’da, Belçika’da, Almanya’da, Avusturya’da özel banka yok zaten. Avrupa Birliği üyesi olan Avusturya’da 400'ün üzerinde banka vardır ve hepsi kamu bankasıdır; en büyük bankası da ERR ZET dedikleri, bizim Ziraat Bankasının muadili olan, tarımı ve köylüyü desteklemek için kurulmuş bankadır. Almanya’daki GTZ, bizim Halk Bankasının muadili olan ve sırf KOBİ’leri, küçük ve orta boy işletmeleri desteklemek için kurulmuş bir bankadır ve Almanya’da 4 binin üzerinde devlet bankası var. Sadece devletin değil, eyalet hükümetlerinin bankaları var, belediyelerin bankaları var.


Bize, “devleti sanayiden çekin, bankacılık alanından çekin” diyen bu insanlar, neden bu işi kendileri yapmıyorlar, bankacılıktan, sanayiden devleti çekmiyorlar? “Devlet akaryakıt dağıtımı yapar mı kardeşim, Petrol Ofisine ne gerek var” deyip, Petrol Ofisi’ni bir sene önce sattıranlar, kendi ülkelerinde akaryakıt dağıtımını devlet eliyle yapıyorlar. Dünyanın en büyük akaryakıt şirketi ELF, Fransa’da bir KİT’tir, yani bizim KİT diye adlandırdığımız kuruluşların statüsünde bir kuruluştur. Bize “Telekom’u özelleştirin, özerkleştirin, hisselerini satın” diyenlere baktığınız zaman, Deutsche Telecom’un yüzde 76'sının Alman Hükümeti’nin olduğunu görüyorsunuz. France Telecom’un da aynı şekilde yüzde 80'e yakın hissesi Fransız Devleti’nindir. Hatta bırakın bunu, Deutsche Telecom ile France Telecom, Avrupa’ da ve dünya çapında daha iddialı hale gelmek için birleşme kararı aldılar. Yani, devletten devlete bir telekomünikasyon birleşmesiyle, birbirlerine yüzde 1’er hisse verdiler.


Belki olayı çok siyasileştirmiş olacağım ama bu tabloyu, bu günü kavramanız için özellikle böyle keskin köşe taşlarıyla anlatmaya çalıştım. 10-15 yıldır, belki 20 yıla yakın bir süredir uygulanmakta olan bu stratejilerin artık bana göre bugün son noktası konulmak isteniyor. Son noktası nedir? Türkiye’ de mali sektör çökmüş durumda. Reel sektör dediğimiz, yani sanayi-üretim kesimi ki, bu kuruluşların hepsi en az 40-50 yıldır sizlerin, bizlerin birikimleriyle devletin bizlerden topladığı vergilerle sanayicilere, işadamlarına verdikleri teşviklerle kurulmuş fabrikalardır. Bugün bir Arçelik, bir Eczacıbaşı veya buna benzer diğer pek çok sanayi kuruluşunu düşünün. Bugün Türkiye sanayisi 40-50 yıllık birikimini tüketme noktasına gelmiştir. Neden? Uygulanan bu iki yıllık, hatta üç yıllık dilim önümüzdeki yıl bitiyordu.


Bu program birinci yıl çok büyük başarısızlığa uğradı ve tümden değişti. Şimdi ikinci yılındayız. Programın süresi bir yıl uzadı. Hatırlayın, 1 Ocak 2000’de, stand by düzenlemesi ve IMF anlaşması uygulamaya konulduğunda açıklanan şey neydi? 2002 yılının 31 Aralığında tek haneli enflasyon rakamı. Hedef buydu Yine 2002 yılının 1 Ocağında, altı sıfırı atılmış, itibarlı Türk lirası. Şimdi yüzde yüz enflasyonu konuşuyoruz., “önümüzdeki yıl yüzde 35'e iner mi inmez mi”yi tartışıyoruz. Liradan altı sıfır atılmasını da bırakın, 20 milyonluk banknotlar hafta başından itibaren hayatımıza girdi. O zaman aklıma şu geliyor, diyorum ki: Ben bir gazeteci olarak 20 yıldır Türkiye ekonomisini izleyen, alınan ekonomik kararları, Yüksek Planlama Kurullarını, ilan edilen Beş Yıllık Kalkınma Planlarını izleyen bir gazeteci olarak bunları görebiliyorsam ve gelip size anlatabiliyorsam, bu kararları alanlar veya kendilerine bunları yapın denilenler, ekonomimizin yönetimini emanet ettiğimiz insanlar bunları görmüyorlar mı, bilmemeleri mümkün mü? İşlerin buraya varacağını görememeleri mümkün müydü? Bana göre değildi... O zaman, bu stratejiyi, bu planı uygulayanların muhtemeldir ki, Türkiye içinde de destekçileri vardır, yandaşları vardır; bu programları onlar eliyle uyguluyorlar.


Size şöyle bir tablo çizebilirim: 2002 yılı bütçesi Meclis’te tartışılıyor. Bu bütçenin kaynakları zaten yetmiyor, 27 katrilyon liralık bir açık var. Bunun üzerine Türkiye’nin 7 katrilyon liralık daha tasarruf etmesi isteniyor. Ancak bu tasarruf gerçekleştirilirse, bu tedbirler alınırsa, Uluslararası Para Fonu, G-7'ler, Türkiye'nin de dahil edildiği G-20'ler ek bir destek sağlayacaklar Türkiye'ye. Türkiye, ancak bu destek gelirse önümüzdeki yıl iç borçlarını çevirebilecek. Türkiye Hazinesi son yedi-sekiz aydır Türk lirası olarak borçlanamıyor bile. Kendi vatandaşına bile Türk lirası borçlanamıyor. Şu anda iç borç stokunun yüzde 35-36'sı dövize endeksli hale gelmiş durumda. Mayıs ayında, çok büyük bir takas işlemi gerçekleştirildi, Hazine iç borçlarının bir kısmını dolara çevirdi, bankaların elindeki Türk lirası kağıtları aldı, onların yerine dolar kağıtları verdi ve bunların bir kısmını bir yıl, bazılarını üç yıl vadeye kadar uzattı. Bu takas yapıldığında dolar kuru 1 milyon 160 lira olarak hesaplanmıştı ve kağıtlar bankalara bu kur üzerinden verildi. Ondan sonra Türkiye Hazinesi her ay en az bir veya iki kez dövize endeksli borçlanma ihaleleri açtı. Çünkü Türk lirası bazındaki ihalelere ne bankalar ne halk itibar etmiyordu.


Şimdi 2002 yılı bütçesinin bize söylemediği hatta yalan söylediği bir takım unsurlar var. Bunlardan birisi, bütçede 63 katrilyon lira transfer harcamasının görünmesi. “Transfer harcaması”, bütçe içerisinde borç ve faiz ödemelerinin adlandırılmasıdır. 63 katrilyon transfer harcamaları, 22 katrilyon da personel Giderleri yani 98 katrilyon liralık bütçenin 85 katrilyon lirası sadece faiz ve maaş ödemelerine ayrılmış durumda. Zaten Türkiye, 15 yıldır devlet olarak yatırım yapmayı unuttu, yatırıma para yok. Devlet, 70 milyon insana, kalan parayla, yani 98 katrilyondan 85 katrilyonu düştüğünüz zaman, kalan 13 katrilyon lirayla, 2002 yılında hizmet vermeye çalışacak.


Az önce söylediğim gibi, devlet Mayıs ayında hazine borçlarını dolara çevirdi, kur 1 milyon 160 bin liraydı. Ondan sonra da her ay değişik kurlar üzerinden bir kaç tane ihale yapıldı. Bugün itibariyle bakacak olursak, dolar kuru 1 milyon 500 bin liraya oturdu. İşte bize söylenmeyen şey bu. Hazine önümüzdeki yıl 60 küsur katrilyon borç faizi ödeyecek denilirken, o takaslardan, dövize endeksli ihalelerden gelen kur farkı, –ki, kur farkı bütçede görünmüyor- 27 katrilyon lira. Mayıs ayından bu yana, Hazine, dövize endeksli borçlanmadan ötürü kur riski üstlenmiş durumda ve bunun karşılığı bütçede yok.


Muhtemeldir ki, önümüzdeki yıl yine dövize endeksli borçlanma devam edecek. Bu yıl satılan dövizli kağıtları alıp bir yıl sonrasına yeni dövizli kağıtlar verecekler. Fakat bu çark bir yerde tıkanacak, yani kırılmak zorunda. O zaman, Türkiye'nin getirilmek istendiği nokta, -kişisel görüşüm ve şu ortadaki verilerden yola çıkarak söylüyorum- iflasını ilan etme noktası. Çünkü bunu bu şekilde sürdürmeniz mümkün değil.


Geriye iki alternatif kalıyor: Ya dışarından ek destek gelecek -ki bu ek desteğin çok ağır şartları var. “150 bin işçi ve memurunu at” diyor adam. “Köy hizmetlerini unut, tarımı unut, köylüyü unut, yatırım yapmayı unut, özel sektörü kurtarmayı unut” diyor. 11 eylülden bu yana, hemen bir iki örnek vereyim, bize, “şirket kurtarmayın, batık sanayi kuruluşlarına yardım etmeyin, destek vermeyin” diyenler, şimdi kendi şirketlerini kurtarmaya başladılar. Amerikan Hazinesi, Amerikan hava yolu şirketlerini kurtarmak için program yaptı. Dünyanın en özerk bankacılık sistemine sahip ülkesi İsviçre, Swisss- Air’i kurtarmak için bankalar üzerinde baskı kurdu. “Swiss-Air’i kurtaracaksınız, çünkü bizim ulusal onurumuz, ulusal havayolumuz, bu şirketi batıramayız” diye. Ama bize geçen yıl sadece 10 milyon dolar destek sağlanmadığı için, Türkiye'nin yurtdışındaki müteşebbislerinin kurduğu iki-üç tane havayolu battı. Hükümet altı ay karar veremedi, bunlara 10 milyon destek vereyim mi, vermeyeyim mi? Çünkü IMF gırtlağımızı sıkıyordu. Hayır, şirket kurtarmak yok, kimseye destek vermek yok, batarsa batsın!


Bunu bize söyleyenler şimdi tam tersini yapıyorlar. O zaman, dediğim gibi, iki yol kalıyor önümüzde: Birincisi, ek destek alacaksınız, ama bu ek desteğin karşılığı çok ağır. Şartlardan birincisi bana göre, Afganistan'a asker göndermekti. O şart kabul edildi ama yetmedi. Şimdi son bir haftadır Kıbrıs ısınmaya başladı. “Kıbrıs’ da taviz verin, Kıbrıs sorununu artık çözün” deniliyor. Avrupa Birliği bir yandan, Amerika Birleşik Devletleri bir yandan bastırıyor, İMF bile... İMF'nin ne alakası var? demeyin, İMF bile destek sağlanması için Türkiye’de siyasi ve uluslararası istikrarı şart koşuyor. “Size destek veririm ama artık yeter, komşularınızla sürekli didişiyorsunuz, biz bu parayı vereceğiz, üç gün sonra bilmem kimle tekrar dalaşacaksınız, ekonominiz tekrar istikrarsızlığa girecek, biz size bir daha para vermek zorunda kalacağız, bunları çözün” diyorlar. Yani iş gelip 2002 bütçesinin açığında, enflasyonun bilmem kaç olmasında tıkanmıyor. Bu işlerin çok ağır ve ciddi siyasi bedelleri, siyasi faturaları var. Ya bu faturaları ödemeyi kabul edip 9 ile 20 milyar dolar arasında telaffuz edilen ek desteği alacaksınız, ya da getirildiğiniz nokta bir yol ayrımıdır. Birincisi, tüm borçlarınızı konsolide edeceksiniz ya da hepsini dövize çevireceksiniz. Hazine bunun bir örneğini geçen hafta, daha doğrusu bu hafta yaptı. 5 Kasım’ da bankacılık sektörünün rehabilitasyonu için kamu bankalarına ve fon bankalarına verilen yaklaşık 16 katrilyon liralık kağıdın ödemesi 5 Kasım’da geliyordu. Hazine, Merkez Bankası’na gitti, dedi ki “Kusura bakma, ben bu parayı ödeyemiyorum. Ver o kağıtları bana, al sana 2010 yılına vadeli yeni kağıt”. Şu anda Merkez Bankası’nın elinde hiçbir işe yaramayan, vadesi 2010 yılında dolacak 16 katrilyon liralık hazine kağıdı var. Hazine bu çarkı döndürebilmek için ya bunu yapacak, ya da bir süre sonra vatandaşa diyecek ki, -çünkü Hazine kağıtlarını vatandaşın da alması mümkün- “kusura bakmayın, benim iç borcum 120 katrilyon liraya ulaştı, ben bunu çeviremiyorum, hatta bunun yüzde 36'sı zaten dolar bazında, bunu hiç ödeyemiyorum, konsolide ettim. 2015 yılında buyurun gelin, hepiniz paranızı alırsınız.”


İkinci radikal çözüm, Türkiye'nin getirildiği bu noktada modernizasyona gitmek... O nedir? derseniz, Merkez Bankası Banknot Matbaası bir gece sabaha kadar 200 katrilyon lira para basacak, Türkiye hazinesi ertesi gün bütün alacaklılarını çağıracak ve “Buyrun kardeşim, alın 120 katrilyon iç borcum, şu kadar katrilyon da özel şirketlere, bankalara olan borcum. Hepsini ödedim, kimsenin benden alacağı kalmadı.” 200 katrilyon liranızı aldınız mı, aldınız. Piyasaya 200 katrilyon lira birden çıkacak. O zaman Türk parasının değeri ne olur: Onu bilemiyorum, ama enflasyon yüzde 1000, belki 2000 olacak. Şu anda görünen tablonun Türkiye'ye getireceği üç alternatiften bir tanesi bu.


Şu anda Türkiye tercihini ilk söylediğim alternatiften yana yapmış görünüyor. Türkiye'yi yönetenler, hükümetimiz, ekonomi yönetimimiz, tercihini, İMF'nin ve G-7'lerin sağlayacağı ek desteği almak için gereken bütün şartları yerine getirme yönünde bir tercih ortaya koymuş durumda. Bunun için de bir haftadır Tasarruf Tedbirleri Paketi’ni, yapısal reformları tartışıyoruz. Yarın öbür gün muhtemelen diğer şartlar arasında yer alan yasalar arka arkaya Meclise gelecek. İşte İhale Yasası, Tütün Yasası vesaire. İMF, dünyanın hiç bir ülkesinde, İMF reçetelerinin uygulandığı hiç bir ülkede bizdeki kadar nokta reformlar istememiştir. Bir Tütün Kanunu istememiştir. Tütün Kanunu’nun İMF programı ile ne alakası var? Tütün, Türkiye’de Türk tarımında çok kritik, -belki stratejik değil ama- iddialı olduğu alanlardan bir tanesi veya bir Şeker Kanunu... Bu kadar reformlar, düzenlemeler başka ülkelerden istenilmemiştir, ama bunların hepsi Türkiye'den istenildi ve biz de şu ana kadar bunların hepsini yaptık.


Belki ortaya çok karamsar bir tablo çıktı, ama sık sık vurguladığım bir şeyi söylemek istiyorum: Bu tablo, Türkiye'nin başkalarının sözünü dinlediği için geldiği bir noktayı ortaya koyan bir tablo. Türkiye'nin hiç mi alternatifi yok? Türkiye'nin alternatifi gerçekten var. Sözlerimin başında vurguladığım gibi, milli mücadeleyi verdikten sonra, toplu iğneyi, at nalının çizisini dahi üretemeyen, kendi şalvarını cepheye giden askerine giydiren bir halk böyle bir ekonomi kurmayı, böyle bir Cumhuriyet kurmayı başardı ve bizlere bıraktı.


Şimdi belki biz, onların yaptığından daha büyük bir dayanışmayı, daha büyük bir atılımı göstermeliyiz. Bu günün şartlarında artık Türkiye'nin eğitilmiş insan gücü var, bir sanayi alt yapısı var, bir beyin birikimi var. Fakat Türkiye maalesef ne kollektif aklı, ne bu insan gücünü, ne de bu alt yapısını kullanıyor. Bunun yerine, İMF’nin Ankara’ya atadığı, 27 yaşında, görseniz “bizi bunlar mı yönetiyor, bize aklı bunlar mı veriyor” diyeceğiniz, bir mümessil var. 27 yaşında, uzman yardımcısı, tezini Türkiye üzerine yapıyor. Zaten Türkiye üzerine yazacağı tezde başarılı olursa müfettiş olacak, ama Türkiye’de Hazine Müsteşarı’nın kapısını vurmadan giriyor, Merkez Bankası’nın kapısını çalmadan randevusuz gidiyor. Bizim üç-beş tane ekonomi yöneten bürokratımız ve İMF’den gelen bu arkadaşlar geliyorlar, her şey bizlerden gizleniyor. Biz, gazeteciler olarak, haber kaynaklarımızı zorlayarak içeriden bir kaç bilgi kırıntısı alabiliyorsak alabiliyoruz. Bir bakıyoruz, bir paket çıkartılıyor, “Bu uygulanacak” deniliyor. Oysa Türkiye kolektif aklını kullansa, -hep şu örneği veriyorum: Atatürk karşıtları bunu çok eleştirdikleri için söylüyorum, Atatürk'ün rakı sofraları hep gündeme getirilir, işte kollektif akıl orada görünüyor. Atatürk o masanın etrafında Cumhuriyeti kurdu, Meclisi kurdu, KİT’leri kurdu. İktisat Kongresi’nin altyapısı orada oluşturuldu. İş Bankası’nın kuruluşu o masada belirlendi. Çünkü tartışılıyordu, sabahlara kadar konuşuluyordu ve bir heyecan vardı- bütün bunlar olacak. Şimdi Türkiye maalesef bunu yapmıyor. Türkiye'nin insanları, Türkiye’ de yetişmiş insanlar dünyanın dört bir yanındaki üniversitelerindeki insanlara iktisat öğretiyorlar. Fakat biz yurtdışından iktisatçı getiriyoruz, yurtdışından bankacı getiriyoruz, uzman getiriyoruz. “Gelin bizim ekonomik sorunlarımıza çözüm bulun” diyoruz. Yurtdışından gelen insan sizin ekonominizin gerçeklerini sizin kadar bilemez, sizin köylünüzün sorunlarını sizin kadar bilemez, sizin sanayicinizin sorunlarını sizin kadar bilemez. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.


Türkiye daha fazla vakit geçirmeden kolektif aklı ortaya koyup, tüm toplum kesimlerini bir araya getirmelidir. Bakın bugün işçiler, memurlar, çiftçiler Türkiye'nin dört bir yanından Ankara'ya yürüdüler. Bu neyi çözecek? derseniz, Kastettiğim yürüyüş değil, kastettiğim, kapanılır bir odaya, bir hafta, 10 gün tartışılır, konuşulur, sonuçta bu ülke için eğer bir fedakarlık yapılacaksa -ki görünen o- herkes o fedakarlığın kendi payına düşen kısmına razı olur ve Türkiye kendi gücüyle, kendi potansiyeliyle bunun altından kalkar. Bugün Türkiye’de bankaların kulaklarından döviz fışkırıyor. Türkiye döviz olmadığı için doları 1 milyon 500 bin liradan işlem gördürtmüyor. Türkiye’ de döviz de var, Türkiye’de para da var. Fakat Türkiye Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşı’nı verdiği o günlerdeki güvenini ve dayanışmasını, birlikteliğini, ortak hedeflerini kaybetmiş durumda. Son 15-20 yıldır Türkiye’yi yönetenler, Türkiye'nin önüne bütün toplum kesimlerini kavrayacak bir ortak hedef koyamadı maalesef. Fikret Otyam burada, bu ortak hedef belki bir dönem GAP’tı. 1-2 yıl önce bir “sekiz yıllık eğitim” heyecanı yaşandı, bir seferberlik yaşandı. Ama bunlar kibrit alevi gibi çakıp geçiyor, oysa Türkiye'nin gerçekten çok daha büyük toplumsal, ekonomik ve sosyal projeleri önüne koyup, bu hedefleri kendi iradesiyle, kendi Ulusal Programı olarak uygulamaya başlaması lazım. Bunu yapacak potansiyel güç ve kaynak da bana göre bu ülkede var. Tabii bu işin çok farklı siyasi boyutları, çok farklı uzun vadeli stratejileri, hesapları var. Bunlar belki ayrı bir tartışmanın, konuşmanın konusu olabilir, ama ben size sadece kafanızda soru işaretleri yaratabilecek bir kaç unsuru aktarmaya çalıştım. Bunlar üzerinde düşünecek olursanız, sanıyorum önümüzdeki günlerde karşılaşacağımız bir takım olayların nedenlerini kavramakta çok büyük rahatlığa erişmiş olacağız. Beni dinlediğiniz için hepinize çok teşekkür ediyorum. Sorularınız varsa yanıtlamaya hazırım.

 

<-- geri dön